
Röportaja başlamadan önce kendisini ilk defa duyan okurlarımız için kendisinin tek tanrılı dinler, mitler, deccal, yeni dünya düzeni, komplo teorileri, gelecek projeksiyonları üzerinde araştırmacı bir yazar olduğunu belirtmek isterim. Kendisinin ayrıca Okuma Odası ve Mitoloji TV isimli iki adet YouTube kanalı da var.
PA: İyi günler Erkan Bey, röportaj isteğimizi geri çevirmediğiniz için teşekkür ederiz. Nasılsınız?
ET: Teşekkür ederim. Elhamdülillah iyiyim.
PA: İsminiz son zamanlarda birçok mecrada yazmış olduklarınızın referans gösterilmesi ile dikkat çekmeye başladı. Peki bize Erkan Trükten’in kim olduğunu anlatır mısınız?
ET: Bulgaristan’ın Türklerle meskûn Kırcaali şehrinde 1980 senesinde doğdum. İlk çocukluğum baba tarafımın muhitinde, Kırcaali’ye bağlı ismiyle müsemma yeşil Rodoplar’da bir dağ kasabası olan Cebel’de geçti. Enfes bir tabiat manzarasında gününü gün eden güzel bir çocukluğun ruhu 1984 yılından itibaren mengeneye alınmıştı ancak bunu doğal olarak biraz daha geç, 6 yaşımdan itibaren fark etmeye başladım ki 8 yaşındayken Bulgaristan’daki Türk varlığının üzerine çöken yoğun bir baskı dönemini hayli berrak hatırlıyorum; mezardaki dedelerimizin isimlerini değiştirmeye dek uzanan o barbarca sözde ‘Yeniden Doğuş’ sürecini… Artık bizim Türk olduğumuzu ebediyen unutmamız ve birer Bulgar olarak yeniden doğmamız isteniyordu. 1989’un 19 Mayıs’ında küçük kasaba Cebel’de Bulgaristan Komünist Partisi’ne karşı bir direniş baş gösterdi ve hayatımda ilk defa bir devrimin ilk adımını görmüş, daha da ötesi içerisinde bulunmuş oldum. Hatta bugün dahi bazı Cebelliler biz sadece Bulgaristan’daki komünizmin yıkılışına değil, Sovyetlerin yıkılışına da kıvılcım olduk diye çok abartılı bir şekilde övünürler. Bu eylemden kısa bir süre sonra ülkede Jivkov rejimi tarafından‘kendini Türk hisseden herkes Türkiye’ye gitsin’ açıklaması yapıldı ve bizler de çok az eşya getirerek, oradaki kurulu düzenimizi bırakıp geldik.
Böyle bir kimlik çatışması sürecine maruz kaldığınızda doğal olarak kim olduğunuzu, köklerinizi ve tarihin işlevini merak ediyorsunuz. Ben de ettim ki muhtemelen çokça kişiden daha fazla merak ettim ve böylece tarih okumaya karar verdim. İstanbul Üniversitesi’nin tarih bölümünden mezun olduktan sonra, Sofya’ya felsefe eğitimi almaya gittim. Şimdi de ikinci yüksek lisansıma yine İstanbul Üniversitesi’nde Avrasya araştırmalarında devam ediyorum.
PA: Ne zaman yazmaya başladınız? Şu ana kadar yayınlamış olduğunuz kitaplarınız neler?
ET: Kendimi bildim bileli yazıyorum. Küçük yaşlarda mektup yazmak keyifliydi. 15 yaşından itibaren denemeler ve şiirler yazmaya başlamıştım. İlk yüksek lisansımı da tamamlayınca kafamda dünya düzeni ile ilgili bazı kavramlar oluşmaya başlamıştı. İtirazlarımı felsefenin gözünden verdim. Bunları hemen aktarmak istedim. Böylece 25 yaşında ilk kitabım “Modern Sığlık Metafizik Derinlik” kitabını yazdım. Aceleye getirilmiş bir işti. Kitabın çokça teknik hatası vardı. Açıkçası ilk kitabın acemiliği ve gençliğin toyluğu bir araya gelmişti. Yine de 25 yaşındaki toy bir yazara göre ele aldığı konular, felsefi yaklaşımları, gelecek için önerdiği ekonomi modeli de düşünülürse bu yönüyle önemsiz bir kitap sayılamazdı. Bu kitaptan 14 sene sonra da “Deccal Derin Devleti” ortaya çıkmış oldu.
PA: Peki komplo teorileri ve post apokaliptik konulara ilginiz ne zaman başladı?
ET: İlgi alanımın merkezinde metafizik her zaman oldu. Metafizik konulara girdikçe, bunların yan ürünü olarak siyasete yansımaları meselesini de görmeye, takip etmeye başladım.
Ayrıca post apokaliptik konulara apokaliptik konularla ilgili veriler ortaya koyan dinimiz üzerinden geçiş yapmak hiç de zor değil. Yeter ki çocukluğunuzda size temel dini eğitimi veren biri olmuş olsun yanınızda. Önce apokaliptik dönem anlaşılmalıdır ki post apokaliptik dönem daha iyi anlaşılabilsin.
Komplo deyince, insanlar aslında gerçek olmama ihtimali gerçek olma ihtimalinin kat kat üzerindeki durumları anlıyor ve komplo teorisyeni terimini çoğunlukla sistemin verdiği bilgiyi sorgulayan birini kolayca aşağılamak için kullanıyorlar. Onlar bunu yaparken de yönlendirilmiş durumdalar. Kim icat etti bu komplo teorisyeni ve komplo teorisi laflarını? Hiç merak ettiniz mi? Nereden çıktı bunlar? Bence bunların hepsi yine değersizleştirme projesinin bir parçası. Komplo teorisyeni lafı da komplonun bir parçasıdır. Daha da ötesi, tarihin en önemli kısmı komplolar tarihidir. Gerçekleşmiş komplolar tarihi… Şimdi bizlere sadece komplo olasılığını hatırlatan bir maske takıldı. Oysa tarihte komplonun teorisinden çok bizatihi kanlı, canlı, belgeli bir şekilde kendisi vardır. 1789 Fransız ihtilalı büyük bir örnektir. Osmanlı Devleti’nde isyan başlatan komitacıların önemli bir kısmı birer komplocuydular. 11 Eylül küresel çapta bir komplodur.
Ben kendimi hiçbir şekilde komplo teorisyeni olarak görmüyorum. O bir küçültme taktiği. Benim yaptığım iş felsefedir. Tarih felsefesidir. Tarih felsefesiyle bağlantıları kurma, gelecekte gerçekleşmesi olası senaryolara işaret etmedir. Unutmayın ki komplocuları açığa çıkartmak da tarihçinin görevidir.
PA: Gelecekte gerçekten distopik ya da post apokaliptik bir dönem yaşayacağımıza inanıyor musunuz? Sizce o günlere doğru gittiğimizin işaretleri var mı?
ET: Biz zaten distopik bir dönemdeyiz. Sanayi devriminden beri distopyamız git gide derinleşiyor. ‘Çok derin bir kuyuya attığımız taşın sesini yakında duyacağız’ demek isterdim ama bazılarımız bunu hiç duymayabilir çünkü onlar o dönem gelmeden evvel başka bir şeye dönüşmüş olabilirler. Yevgeni Zamyatin 1924’te “Biz” romanını yazdığında onun distopik geleceği sadece Sovyetlerde yaratılmaya çalışılan insan değildi. Huxley 1934’te bönlüğü, maddeciliği, şekilciliği, yapay güzelliği, sahtekârlığı, fişlenmeyi güle oynaya talep eden, kimyasıyla oynanmış insan tipine işaret ederken, o gelecekteki distopyaya uygun insan tipi bizdik. Uyuşturucu azar azar verildi damarlarımıza. Şimdi çokça kötülüğümüzün farkında bile değiliz. Mesela, sahtekârlığı talep eden bir toplum muyuz? Evet. Sanal dünyayı gerçeği ile değiş tokuş edecek derecede talep etmek, sahtekârlığı talep etmektir.
Ülkemizdeki haber kanallarına bir bakın, insanlar kan görmek istemiyor, kopmuş bacak görmek istemiyor, Libya’daki, Irak’taki politikaları görmek istemiyor ve mümkün olduğunca hepsi sansürleniyor. Bu tür görüntüler ancak politik manevralarda, yine çıkar amacıyla sergileniyor. Bir bakıyorsunuz ana haber bültenlerinde “Tatlı papağan dokuz dilde konuşarak şaşırttı!” gibi abuk, “ “Dünyanın en uzun baklavası rekoru filan ilde kırıldı” gibi sabuk şeyler karşımıza çıkartılıyor. Tamam, bize kan göstermeyin ama, filmlerin yüzde doksanında kan var, oyunların yüzde doksanında kan var fakat iş, Dünya’daki hakiki cinayetlere gelince, bunları görmezden gelerek, haber değeri olmalarını küçültme söz konusu. Yani bunlar sanal oyunlar ve filmlerdeki vahşetler derecesine indirgenerek olağanlaştırılıp oyunlaştırılıyor sanki.
İnsanların yarıdan fazlasının iyi ya da doğru ile ilgilenmeyi bırakmasından itibaren yıllar geçti. İyinin yerine eğlenceyi, doğrunun yerine faydalı olanı yerleştirdik. Hatta doğru ve iyi olan o kadar spekülatif bir hale büründürüldü ki, post modern dünyada doğru ve iyinin temelde ne olduğu konusunda büyük bir kavga çıktı. Yine de kısa bir örnekle açıklayayım; iki kişinin ölesiye kavga ettiği açık ve kalabalık bir alanda çoğunluk cep telefonlarına sarılmış ya da orada bir şey olmamış gibi olay mahallinden geçip gitmiş ise, burada ne doğru vardır, ne iyi vardır. Burada salt faydacılık ve muhtemeldir ki bu olay üzerine bile neyin iyi ve neyin doğru olduğuna karar veremediği için tartışan sözüm ona aydınların zırvaları vardır.
PA: İnsanlarla bu konuları paylaşmak, onlarda farkındalık yaratma amacınız nedir? Herhangi bir ticari kaygı güdüyor musunuz?
ET: Benim gördüğümü görmeyenler de görsün istedim. Yüzüklerin Efendisi ve Arabistan’daki gökdelenler arasındaki sıkı ilişkiyi, Matrix, Animatrix ve Neom, Sophia arasındaki bağı başkalarının da görmesi gerektiğini düşündüm. Bu benim açımdan da heyecanlıydı. Şimdi insanlar bundan haberdar oldu ve bu bağ kimilerine sıradan gelmeye bile başladı ama o zaman ben tektim ve sadece Türkiye’de değil, Dünya’da şimdiye değin bu bağları detaylarıyla ortaya çıkarmış kimsecikler yoktu. İnsanlarımızın filmleri eğlenme amacıyla izlerken ve şahsım derin yapıların ve malum odakların bunları sırf eğlence olsun diye çekmediklerini gösterecek güçlü delillere ulaşmışken, bunları paylaşmamak kafasızca olurdu.
Kitabımın çok satmayı hak edecek bir kitap olduğunun hep farkındaydım. Fakat Türk olmanın dezavantajlarını yaşayacağımı da biliyordum. Türkiye’de hiçbir orijinal tespiti olmadığı halde, edebi bir kabiliyeti de söz konusu değilken pohpohlanan, reklamla balon gibi şişirilen çeşitli türlerde boy gösteren yazar müsvettelerinin var olduğunu biliyoruz. İnsanları tipine göre seçen yayınevi sahiplerinden tutun da, yerli yazarlara burun kıvıran batı sevdalı editörlere kadar envai çeşit ahmak insanın musluğun başını tuttuğu böyle bir sektörde kitap üzerinden ticari kaygı gütmek fantastik olur. Zaten anlaştığınız yayıneviyle ortaksınız kitaptan size düşen hakkınız genelde yüzde 10’un altında. Bu sektörde en az kazanan yazar! Hakkını alabiliyorsan ne mutlu sana!
Üç yılınızı veriyorsunuz, araştırıyorsunuz ancak emeğinizi sömürecek kişiler çıkıp, sizin kurduğunuz bağlantılar üzerinizden, sizin adınızı, kitabınızı hiç anmadan prim yapmaya çalışıyorlar. Esasında onları da anlayabiliyorum. Üretemiyorlar ve daha kolay bir yolu deniyorlar. Çünkü hep kolay yollarla bir yerlere gelmeye alışmışlar.
PA: Peki yazdıklarınız toplum tarafından yeterince karşılık bulmasaydı gene de kendinizi araştırmacı yazar olarak kabul edip araştırmalarınıza devam eder miydiniz?
ET: İlk kitabım zaten karşılık görmedi. Bu, her şeye rağmen devam edeceğimin bir göstergesidir. Kendinize güvenip, doğru olanı yaptığınızdan eminseniz, toplumdaki karşılığına çok da önem vermiyorsunuz. Ancak bunun da bir bedeli oluyor: Yayıncı bulma güçlüğü!

PA: Biraz da Deccal Derin Devleti isimli kitabınız hakkında konuşmak istiyoruz. Bu kitabı yazmaya ne zaman başladınız, araştırma süreci nasıl sürdü? Yayın aşamasında zorluklar yaşadınız mı?
ET: 2015’de kitabı tasarladım ve 2016’nın başında yavaş yavaş yazmaya başladım. Tabi süreç içerisinde o dönemin yeni bilgileri biraz eskidi ancak ben sadece bilgiyi aktaran bir kitap yazma peşinde değildim. Bu bilgiler vasıtasıyla bir gelecek tasavvurunun peşine düştüm. O yüzden kitap güncelliğini her zaman muhafaza edecektir. Bunun yanı sıra tarihçi gözüyle kadim bilgiler arasındaki bağları ortaya koyup derli toplu alternatif bir dünya tarihi kurmaya çalışıyordum ki bunu büyük ölçüde başardığımı düşünüyorum. Kitabım zaten iki ana bölümden oluşuyor: Birinci bölüm “Kayıp Geçmiş ve Saklı Geleceğin İzinde”, ikinci bölüm ise “Gelecekteki Biz”.
Yayınevi arayışına gelince: Bir yıl boyunca yayınevi aradım. Türkiye’deki en büyük yayınevlerinden birinin sahibiyle görüştüm. Beni 6 ay beklettikten sonra ret cevabı verdiler. Üstelik bir cevap alabilmek için bile çok uğraştım. Türkiye’de en kurumsal yayınevlerinden birinin kurumsallığı işte bu kadar!
Şu andaki yayınevimle anlaşılırken bile önümüzde kitap piyasasını da hayli etkileyen ekonomik bir kriz vardı. Böylece bir 6 ay da burada kaybetmiş olduk.
PA: Peki, Deccal Derin Devleti kitabı hangi konuları işliyor?
ET: Kitap insanın yaratılışı ile ilgili ortaya atılan uzaylı tezlerini irdeleyerek ve bu tezlere cevap vererek başlamakta. Çünkü gelecekte bu tezlerin hayli popüler olacağının farkındaydım. Ben de bu konuyu dillendiren kendi alanlarında önemli kişilerin bizi uzaylılar ya da kimileri için daha özelde Annunakiler yarattı savunularını ciddi bir biçimde ele alarak, içerisinde bulundukları bakış açısının felsefi yöndeki tutarsızlık ve zayıflığına dikkat çekmek istedim. Ardından da böyle teorilerin bizlere ‘yeni dünya düzencileri’ tarafından pazarlanacak olan sözde yeni tür ‘yaratıcılar gerçeği’ ile nasıl bir araya getirilerek bir kast sistemine zemin hazırlayabileceğini göstermek için, Yeni Dünya Düzeni’ni planlayanların kendilerini ne olarak gördüklerine odaklandım. Kimdi bu insanlar? Kendilerini ne için üstün görüyorlardı? David İcke’nin vurguladığı mavi kan üstünlüğü iddiası neye dayanıyordu? İşte bu soruların cevabı dünya dışı görünen, insan olmayan, mitolojide yer edinmiş bir ırka işaret edince, uzaylıları ön plana çıkaran yeni yaratılış tezleri ile Yeni Dünya Düzencileri’nin inanç biçimlerinin örtüştüğü iyice anlaşılmakta.
Öte yandan bu adamların insanı yönetmek adına kurduğu planlara da eğildim. Trans hümanizm akımının bu planlar içerisinde çok önemli bir yeri vardı. Onun yerinin neden önemli olduğunu göstermek içini teknoloji ve meydana getireceği gelecek konusunda yoğunlaştım. Baştan ayağa kontrol edilen bir Dünya’dan kontrol edilen bir beyne kadar zincirlenmiş yeni varoluş şekli karşımdaydı. Muhtemelen tek boyutlu bakış açısının esiri olmuş sığ zihinler, bu varoluş şeklini ‘sınırsız adam’, ‘süper insan’, olarak pohpohlayacaklardır. Oysa o, hepsinden daha çok kumandası başkasının elinde olan ‘uzaktan kumandalı adam’, ‘köle beyin’olarak nitelendirilmeyi hak ediyor.
PA: Gerçekten Animetrix serisinde Neom Projesi ve robot şehri kurulacağına açık bir şekilde işaret ediliyor mu?
ET: Animetrix’te robotlar vaat edilmiş toprakları olarak Suudi Arabistan’ı seçiyor. Robotik şehir Neom da Suudi Arabistan’da. Animetrix’de bu durum anlatılırken elde tutulan küre sembolizmi kullanılıyor. Neom’un resmi reklam filminde de elde tutulan küre sembolizmi kullanılmış. Animetirx’de vaat edilmiş toprakları robotun dişi bir dijital görüntüsü açıklıyor. Dünya’da bir devletin vatandaşlığını alan ilk robot da dişi görünümlü Sophia. Aldığı vatandaşlık da Suudi Arabistan vatandaşlığı. Animetrix’te küre sembolizmi ve vaat edilmiş topraklar konusuna girilirken tek göz sembolizmine de dikkat edilmiş. Bu sembolizm Neom’un resmi reklam filminde de var. Neom isminin kendisi bile şaibeli. Matrix’teki sahte Mesih Neo’nun ismi olduğu gibi projenin isminde var zira Suudi’ler bu ismi Latincedeki Neo (yeni) kelimesinden türettiklerini açıkladı. M harfi ise Arapçadaki Müstakbel (gelecekteki) kelimesinden türetilmiş! Ne kadar enteresan değil mi? Yani gelecekte gerçekleşecek olan ‘Yeni Olay! Yeni Şey! Yeni Dünya! Yeni İnsan! Yeni Tür!’
Bu bağlantılara -ki kitapta çok daha fazla bağlantı kurdum- bakıp buradaki açıklamalar tamamen saçma, fantazya ya da delilik diyebilecek kişilerin akıl sağlıklarından endişe ediyorum. Tabii beyinlerini bir yerlere emanet etmiş ya da kiralık vermiş de olabilirler. Bunu yaparlarken de aydınlanmayı, hür aklı, bilimi maske olarak kullanmaları da cabası.
PA: İnsanların bu konuda yapabilecekleri var mı? Nasıl önlemler almalıyız?
ET: Seyreden insanlar yerine düşünen insanlar lazım. Bilgiyi sadece alan ve işlemeyen bir nesil türedi. İşleme kabiliyetleri yok. Bu aslında okuma alışkanlıklarının yitirtilmesiyle paralel bir durum. Okuyan insan kurgular, düşünür, en önemlisi düşler. Seyreden insan ise kendisine sunulan kadarı ile yetinir. Seyircinin doğasında düşlemek yoktur. Düşünmek de sınırlı çerçevede söz konusudur. Toplumlar giderek seyircileşiyorlar.
Örneğin romanların filmlere uyarlanan halleri çoğu okuyucu tarafından beğenilmez zira okuyucular mesela Alexandre Dumas’ın “Monte Kristo Kontu” romanını okurken bambaşka bir Edmon Dantes hayal etmişler, Fernan’ı gözlerinde başka, Mersedes’i başka canlandırmışlardı. Üstelik film binlerce sayfalık bir kitabı size en fazla iki saatte anlatıyor. Ne oldu şimdi? “Monte Kristo Kontu” kitabının ana konusunu öğrendiniz ama ne derecede öğrendiniz? Yarım yamalak olduğu kesin. Kitabın içerisindeki değerli diyaloglardan mahrum kaldınız. Belki de can alıcı birçok yer filmde atlandı. Ancak siz artık “Monte Kristo Kontu”nu okumuş kadar bilgili olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bu kafa seyircinin budala kafasıdır. Kendisine verilenin yönetmenin kafasındaki kadar, istediği kadar olduğunun bile farkında değil! Böyle bir kişi düşleyebilir mi? Gerçeğin peşinde koşabilir mi? Yoksa içi boş bir budalaya mı dönüşür?
Matrix’i hayranlıkla seyrettik. Ancak işte böyle bir kafayla. Şimdi gammazlandığımızı açıklıyorum. Bazı kişiler bu durumu gururlarına yediremedikleri ya da ahmaklıkları devam ettiği için beni hedef gösteriyor. Asıl benim delilik içerisinde olduğuma işaret edebiliyorlar. Çünkü onlar kendilerine verildiği kadarını gerçek olarak görüp, onunla yaşamayı hakikat bilmişler. Matrix filmindeki “Wake Up” (uyan) mesajını havalı olduğu için kullanan hayranlar, bir filmin uyan mesajını verirken, hayranlarını nasıl uyutabileceğini asla görmek istemiyor ve öfkelerini genelde bu gerçeğe işaret edenlere yöneltmeyi seçiyorlar. Gerçeği kabullenmek zordur. Filmlerde izledikleri sahnelerdeki zorluğun ötesindedir bu. Çünkü bu zorluğun sadece seyredilmesi değil, iliklere dek tecrübe edilmesi de gerekir.
PA: Peki okurlarımız sizlere nasıl ulaşabilir ve iletişim kurabilir, sosyal medya adresleriniz neler?
ET: Youtube’de Okuma Odası ve Mitoloji TV’ adlı iki kanalım var. Burada insanlarla iletişimde olmaya çalışıyorum. Ayrıca ismimle kayıtlı sosyal medya hesaplarından bana ulaşabilirler.
PA: Çok değerli vaktinizi bizler için ayırdığınız için teşekkür ederiz.
ET: Ben teşekkür ederim.